Annemi Gerçekten Öldürdüm Mü?: J’ai Tué Ma Mére (2009)

Her birimizin hikâyesi, o hikâyenin ilk ve —çoğu zaman en önemli— kahramanı olan annelerimizi anla(t)madan eksik kalacaktır. Ve elbette her birimiz için o hikâyeyi olduğu gibi yazmak, hikâye bir yandan yazılırken aynı zamanda devam ediyor olduğundan neredeyse imkânsızdır.

J’ai Tué Ma Mére (2009) Xavier Dolan’ın imkânsızı denediği, kısmen otobiyografik olan ilk filmi. Dolan’ın henüz on altı yaşındayken senaryosunu yazdığı, yirmi yaşına geldiğinde ise hem çekip hem de başrolünde oynadığı bu film, ergenlik dönemini oldukça çalkantılı bir şekilde yaşayan Hubert ile annesinin ilişkisine odaklanıyor. Dolan, yaşananları dramatize etmeden sanki bir belgeselmişçesine bizlere sunuyor. Tam da bu nedenle filmin içine girmek, filmi izlerken birçok duyguyu aynı anda hissetmek, hem Hubert hem de annesi Chantale ile özdeşim kurmak mümkün.

Hubert filmin henüz başında siyah beyaz çekilmiş bir monologla filmin özetini yapar: Annesini ne kadar sevse de ona katlanamamaktadır. Nitekim film boyunca, Hubert’in neden böyle bir özetle filmi ifade ettiğini anlarız; zira kendi hayatı annesi için bir iktidar alanıdır. Hubert ne zaman annesinin istekleri dışında bir şey yapsa Chantale’in yaşadığı öfkeyi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde görürüz. Bu nedenle Hubert’i anlamak, ancak Chantale’i anlamak ile mümkün olacaktır.

Filmin başında Hubert’in babası ile henüz çözülmemiş meselelerinin olduğunu fark ettiğimiz Chantale, Hubert’i babası gibi bencil olmakla suçlamaktadır. Ancak bizim perdede gördüğümüz, Chantale’in ifade ettiklerinden epey bir farklıdır. Chantale çocuğunun temel fiziksel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde onu dinlemeyen, duygusal ihtiyaçlarına karşılık vermeyen, kısacası Hubert’i aynalamayan bir annedir. Her ne zaman Hubert istediğinin dışında bir davranış sergilese misilleme ile cevap verir Chantale. (Hubert’e) “Karşındaki insanların duygularını hiç önemsemeyen birisin!” diyen Chantale, Hubert’in öğretmenine annesinin öldüğünü söylediğini öğrendiğinde sınıfın ortasında tehdit eder oğlunu. Dahası Hubert’in neden onu öldürdüğüyle de pek ilgilenmez. İlerleyen sahnelerde Hubert eve çıkmak istediğini, böylelikle problemlerinin çözüleceğini düşündüğünü ifade ettiğinde öncesinde bunun iyi bir fikir olduğunu söylese de sonraki gün dediklerini unutmuş gibidir ve Hubert’in “çamaşır bile yıkayamadığını” söyler. Yukarıda sıralanan gibi birçok davranışı gözlemlediğimizde vardığımız nokta şu olur: Sanki Chantale kendi katlanamadığı özelliklerini ötekine yansıtmaktadır.

Annesiyle verdiği savaşın onu bir yere götürmediğini anlayan Hubert, bu problemleri çözme konusunda yoğun bir çaba göstermeye başlar. Diğer bir deyişle Hubert’in bir yerden sonra annesinin duygularını düzenlemek adına girişimlerinin yoğunlaştığını görürüz. Hubert ev işlerini yapmakta, “çamaşır yıkamakta”, annesine onu ne kadar sevdiğini söylemekte ve annesinin talep ettiği şekilde onunla ilgilenmektedir. Chantale’in oğlunun homoseksüel olduğunu öğrenmesi de tam bu ana denk gelir. Artık Hubert’in annesiyle arasındaki ilişkiyi onarmaya dair girişimleri de boşa çıkmıştır. Hubert annesiyle mutlu bir ilişki kurmak için değil, homoseksüel olduğu için çamaşır yıkamak gibi işlerle meşgul olmaktadır. Oysa birkaç sahne önce çamaşır yıkamadığı için eve çıkması istenmeyen Hubert, artık çamaşır yıkadığı için eleştirilmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi kendisinde katlanamadığını ötekine yansıtan Chantale’in burada kullandığı diğer bir savunma resmi tamamlar: Ötekinin iyi taraflarını da –kendisinin kötü taraflarını hatırlatması nedeniyle – göremeyecektir.

Hubert’in film dükkânında işinin uzaması ve annesinin bu gecikmeye gösterdiği yoğun öfke, Hubert’in annesinden kaçıp “onun öldüğünü söylediği” öğretmenine sığınmasıyla sonuçlanır.  Geçmişte babasıyla benzer sorunlar yaşadığını söyleyen öğretmenin Hubert’le güçlü bir özdeşim kurduğunu hissederiz. Filmin sonuna kadar Hubert ile bir şekilde ilgilenen ve Hubert için oldukça kapsayıcı olan öğretmenin bu ilgiyi aslında babası tarafından yaralanmış kendi çocukluğuna gösterdiğini de düşünmek mümkündür.

Evden uzakta geçirdiği günlerin birinde erkek arkadaşı Antonin ile yatakta oturduğu bir anda telefonu çalar Hubert’in. Arayan babası Richard’dır ve onunla film izlemek istediğini söyler. Hubert büyük bir heyecanla evden çıkar ve babasının yanına gider. Ancak babası yalnız değildir ve onu film izlemek için çağırmamıştır. Chantale’in deyimiyle babalık zor geldiği için onu ve oğlunu terk eden Richard tam da erkekliği temsil etmektedir: Çocuğuyla ilgilenmez, eşine kötü davranır ve sorumluluklarını onun üzerine boca eder. Problemi çözmesi için başvurulan Richard’ın bulduğu çözüm şaşırtıcı olmayan bir şekilde bir kez daha çocuğunu terk etmek olacaktır ve bu sefer Chantale’i de suçuna ortak eder: Hubert’i yatılı bir okula göndermeye karar vermişlerdir.

Duygusal ihtiyaçları neredeyse hiçbir zaman aynalanmayan Hubert için yatılı okul bir hapishanedir. Bu hapishaneye bir yıl daha gitmek zorunda olduğunu öğrenmesiyle evi dağıtmaya başlar. Davranışsal olarak evi dağıtmaktan toplamaya; duygusal yöndense (muhtemelen) öfkeden suçluluğa geçişini sağlayan, gözlerinin önünde beliren bir “kan ağlayan rahibe” imgesidir. Annesi eve geldiğinde ondan yatılı okula bir sene daha gidecek olmasının hesabını sorar. Diğer tarafta Chantale’in planı Hubert’in sevdiği yiyecekleri hazırlamaktır ve bu plan bozulduğu için Hubert’e tekrar saldırır. Daha önce değinildiği gibi, Hubert ne zaman annesinin istekleri dışında bir şey yapsa Chantale buna bir misilleme ile karşılık verir. Chantale ile başa çıkabilecek olgunlukta ve güçte olmayan Hubert’in çaresizliği her hâlinden bellidir: Chantale’in yansıtmalarıyla bir kez daha özdeşim kurar ve annesini hırpalar.

Hubert okula döndüğünde okulda dayak yer ve sonrasında okuldan kaçar. Chantale bu durumu, onu arayan okul müdürü aracılığıyla öğrenir. Okul müdürü Richard’dan sonra karşılaştığımız, erkekliğin ikinci temsilidir ve yine tüm problem Chantale’in eksikliğinden/beceriksizliğinden kaynaklanmaktadır. Müdür Chantale’e şayet evde gerçek bir erkek figürü olsaydı bunların hiçbirinin yaşanmamış olabileceğini söyler.

Genel bir bakış açısıyla yaşananları şu şekilde özetlemek mümkündür: Erkeklik, bir çocuğun yaşantısıyla ilgili tüm sorumluluğu Chantale’e boca etmiş, bu yükü taşıyamayan Chantale ise bunu Hubert’e yansıtmıştır. Hubert okuldan kaçtığında da ise mesele (hem Chantale hem de müdür için) onun ne hissettiği, neden okuldan kaçtığı değil, Chantale’in nasıl bir anne olduğudur.

Okuldan kaçıp Antonin ile erken çocukluğunun geçtiği eve giden Hubert, ardında annesinin anlayabileceği bir notu neden bırakmıştır? Film boyunca nefret ettiğini tekrar tekrar dile getirdiği annesini neden dışarıda bırakamamıştır? Annesinin verdiği sözleri unutmasını Alzheimer olmasına bağlarken gerçekten buna inanmakta mıdır yoksa bunu mu ummaktadır? Babası film izlemek için onu aradığında –aylardır aramamış olmasına rağmen- koşa koşa babasına giden Hubert neden çocukluğunun geçtiği evde annesini beklemektedir?

 

Ve sona geldiğimizde kaçınılmaz bir soru daha kalır: Sahi, Hubert annesini gerçekten de öldürmüş müdür?

 

Çağdaş Yalçın

 

(Bu yazı ilk olarak filmhafizasi.com sitesinde yayınlanmıştır.)

annemi-gercekten-oldurdum-mu-j-ai-tu-ma-m-re-2009---eskisehir-gordion-psikolojik-danismanlik-merkezi